Hakikatin Gölgesinde Felsefe, Rıza Lokması ve D. Cündioğlu'nun Yanılgısı
Türkiye'de son 30 yılın saygın düşünürlerinden Dücane Cündioğlu, din ile felsefe arasına keskin bir sınır çizerken, dine bir "plasebo etkisi" atfeder.
Ona göre din, adını bilmediğimiz bir ilaçla teselli sunan, umut veren ancak insanı gerçeklikten koparan bir araçtır.
Felsefe ise daha sert bir yoldur; insanı varoluşun çıplak gerçekleriyle yüzleştirir ve ona, sufilerin diliyle "rıza lokmasını" yutturur.
Bu provokatif ve düşünmeye sevk eden ayrım, hakikatin hangi disiplinin tekelinde olduğu sorusunu yeniden gündeme getirmektedir.
Acaba din, sadece kör bir umut mudur? Ve "rıza lokması" olarak bilinen o acı ama şifalı yudum, gerçekten de sadece felsefenin pınarından mı içilebilir?
Bu iddialara İslami perspektiften bakıldığında, tablonun çok daha farklı ve derinlikli olduğu görülecektir.
Öncelikle, İslam'ın insana sunduğu "ilacın adının olmadığı" iddiası temelden hatalı bir teşhistir. O ilacın adı vardır, bellidir ve kainatın Ezelî Hekimi tarafından reçete edilmiştir:
Kurtuluş (Felah). Bu kurtuluş, Cündioğlu'nun tasvir ettiği gibi, gerçeklikten koparan pasif bir teselli değildir. Aksine, gerçeğin ta kendisiyle, yani hem bu dünyanın imtihan doğasıyla hem de ahiretin mutlak hakikatiyle insanı buluşturan topyekûn bir bilinç projesidir.
İslam'ın sunduğu kurtuluş reçetesi; imanın kalbe verdiği sekînet, ibadetin ruha kazandırdığı disiplin, ahlakın toplumu inşa eden gücü ve en nihayetinde Allah'a teslim olmanın getirdiği sarsılmaz bir iradeyi içerir.
Bu ilaç, semptomları geçici olarak bastıran bir plasebo değil, hastalığın kökenine inerek ruhu ve bedeni tedavi eden, ebedî bir şifa kaynağıdır.
Dolayısıyla İslam, umut tacirliği yapmaz; umudun bizzat kendisini inşa eder ve bu umudu gerçekliğin en sarsılmaz temeline, yani Allah'a olan imana dayandırır.
Gelelim en can alıcı noktaya: "Rıza lokması." Cündioğlu, bu lokmayı insana felsefenin yutturduğunu, yani başına gelen sıkıntıyla ahbap olabilme ve ona rağmen yaşamı güzel görebilme erdemini felsefeye atfeder.
Bu, sufi geleneğinden ödünç alınan bir kavramın, ait olduğu manevi ve teolojik bağlamdan koparılarak seküler bir alana taşınmasıdır.
Zira Rıza Makamı, İslam tasavvufunun ve inanç sisteminin zirve noktalarından biridir.
Rıza, felsefenin yaptığı gibi, "olanı olduğu gibi kabul etme" şeklindeki bir metanet veya varoluşsal bir çaresizlik değildir.
Rıza; olan her şeyde, perdenin arkasındaki sonsuz ilim, hikmet ve merhamet sahibi bir Yaratıcı'nın muradını görme, O'nun takdirine muhabbetle boyun eğme şuurudur.
Müslüman için başına gelen musibet, kör bir talihsizlik veya kozmik bir tesadüf değildir.
O, ya günahlarına kefarettir, ya manevi derecesini yükselten bir imtihandır, ya da Allah'ın bir isminin tecellisidir.
Hz. Eyyub'un (a.s.) amansız hastalığa sabrı, Hz. Yakub'un (a.s.) evlat hasretine tahammülü veya en Sevgili'nin (s.a.v.) Taif'te taşlanmasına rağmen beddua etmeyip "Ya Rabbi, onlar bilmiyorlar" diye yakarışı, felsefi bir yüzleşmenin değil, ilahi bir rızanın tezahürleridir.
Onlar, başlarına gelen sıkıntıyla ahbap olmuşlardı; çünkü o sıkıntıyı göndereni tanıyor ve O'na sonsuz bir güven duyuyorlardı.
Felsefe, acının "ne" olduğunu tarif edebilir, ancak İslam, acının "neden" olduğunu ve "nasıl" bir rahmete dönüşebileceğini öğretir.
Bu yüzden rıza lokması, en lezzetli ve en şifalı haliyle, ancak iman potasında pişirildiğinde yutulabilir. Kur'an'ın "Olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, sizin için bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki o, sizin için bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216) ayeti, bu rıza felsefesinin temelini oluşturur.
Peki, bu noktada felsefenin rolü nedir? Felsefeyi topyekûn reddetmek, İslam'ın akla ve tefekküre verdiği önemi göz ardı etmek olur.
İslam medeniyetinin büyük filozofları (İbn Rüşd, Farabi, Kindi), felsefeyi bir hakikat arama aracı olarak görmüşlerdir. Ancak burada hayati bir ayrım vardır:
Felsefe, vahyin aydınlatmadığı karanlık bir yolda tek başına ilerleyen bir rehber değil, vahiy güneşinin aydınlattığı yolda etrafı daha net görmeyi sağlayan bir dürbün gibidir.
Felsefe, ancak İslam'ın hizmetinde olduğunda, yani tevhidin sağlam zeminine bastığında, varlığı, ahlakı ve bilgiyi anlamlandırmada güçlü bir araç haline gelir.
Vahiyden koptuğu anda ise, ya kendi içinde çelişkilere düşerek bir şüphe yumağına dönüşür ya da insan aklını mutlaklaştırarak kibre ve nihilizme kapı aralar.
Felsefe, "başına gelen o olumsuz şeylere rağmen yaşamı güzel görebileceğini" söyleyebilir. Ama İslam, "başına gelen o olumsuz şeylerin bizzat kendisinin bir güzellik taşıdığını" idrak ettirir. Birincisi bir teselli ve moral motivasyon iken, ikincisi bir iman ve hakikat bilgisidir.
Sonuç olarak, dinin bir plasebo olduğu iddiası, onun sunduğu ebedî kurtuluş reçetesini görmezden gelmektir.
Felsefenin "rıza lokmasını" yutturduğu iddiası ise, o lokmanın asıl sahibi olan Rabbani gelenekten habersiz olmaktır.
İslam, insanı gerçeklerden koparmaz; aksine, ona görünen gerçeğin ardındaki asıl hakikati gösterir. Bu hakikatle yüzleşen mümin, sıkıntılara sabırla, nimetlere şükürle ve her ikisini de gönderen Rabbine rıza ile mukabele eder.
Felsefe, hakikate giden yolda değerli bir yol arkadaşı olabilir; ancak o yolun kendisi ve varılacak menzil, şüphesiz İslam'ın aydınlık caddesidir.
İlacın adı “Kurtuluş,” hekimin adı “Allah” ve en şifalı besin ise O'nun takdirine gösterilen “Rıza'dır.” (G. Dihkan’dan alınmıştır)
İDDİASINA CEVAP!
Dikkat!
Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.




