Aynadaki Düşman: İslam'ın Asıl İhaneti ve Kendi Kendimizle Yüzleşme Mecburiyeti.
Ufuklarımıza çöken karanlığın, coğrafyamızı bir baştan bir başa saran kan ve gözyaşı selinin ortasında, biz Müslümanlar, asırlardır sığındığımız o konforlu bahanelerin arkasına gizleniyoruz. Parmaklarımız, alışkanlıkla ve neredeyse ezberden, hep aynı hedefleri gösteriyor: Siyonist komplolar, emperyalist emeller, Haçlı zihniyetinin bitmeyen kini...
Bu kadim düşmanları suçlamak, sorumluluktan kaçmanın en kolay yoludur; vicdanımızı uyuşturan, ancak ruhumuzu çürüten sahte bir tesellidir. Artık bu uyuşukluktan silkinip, o acı ve çıplak gerçeği tüm benliğimizle haykırmanın vakti gelmiştir:
İslam’ın bugünkü zilletinin, ümmetin onurunun ayaklar altına alınmasının asıl müsebbibi, dışarıdaki düşmanlar değil, bizzat bizleriz. İslam'ın yüz karası, elindeki hakikat nurunu kendi elleriyle söndüren Müslümanların ta kendisidir.
1. Dış Düşman Yalanı: Sorumluluktan Kaçışın En Tatlı Zehri.
Elbette, dünyada bize düşman olan, kuyumuzu kazan güçler var. Onlar dün de vardılar, yarın da olacaklar. Kendi batıl davaları için geceyi gündüze katıyor, stratejiler geliştiriyor, sabırla ve azimle hedeflerine yürüyorlar. Onların varlığını inkâr etmek ahmaklık olur.
Ancak asıl mesele onların varlığı değil, bizim yokluğumuzdur. Bir kalenin dışarıdan gelen saldırılarla yıkılması için, önce surlarının içeriden çatlamış, muhafızlarının gaflete dalmış olması gerekir. Bizim kalemiz de tam olarak böyle çöktü.
Biz, Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmakla, adaleti tesis etmekle ve insanlığa örnek olmakla görevlendirilmişken ne yaptık? Enerjimizi birbirimizle savaşarak tükettik. Mezhepçilik, cemaatçilik, milliyetçilik ve kabilecilik putlarına taparak ümmet bilincini katlettik. Zalim yöneticilerin zulmüne "ulü'l-emre itaat" kılıfı geçirerek sessiz kaldık, hatta ortak olduk. Kendi kardeşlerimizin kanını döken emperyalist güçlerin maşası haline geldik. İşte bu büyük ihanet yüzünden dış güçler başarılı oldu. Onlar, bizim açtığımız gediklerden içeri sızdılar ve bizim parçalanmışlığımızdan kendilerine zafer inşa ettiler.
2. Ruhsuz İbadetler: Gösterişin Arkasına Gizlenen Çürümüşlük.
Bugün İslam dünyasına baktığımızda, devasa camiler, gösterişli iftar sofraları, milyonlarca dolarlık hac ve umre organizasyonları görüyoruz. Şekil olarak her şey yerli yerinde gibi. Ancak bu şekilciliğin ardında ruhunu kaybetmiş, amacından sapmış bir dindarlık yatıyor.
Mahşer gününde kurulacak o ilahi mahkemeyi bir anlığına zihnimizde canlandıralım. "Ya Rabbi, ben alnımı secdeden kaldırmadım, Ramazanlarda midemi aç bıraktım, Kâbe'ni defalarca tavaf ettim" dediğimizde, Arş-ı Âlâ'dan gelecek o sarsıcı suallere nasıl cevap vereceğiz?
— "Namaz, seni kötülükten ve hayâsızlıktan alıkoyacaktı. Peki sen, namazdan sonra pazarda tartıyı eksik tartarken, iş yerinde rüşvet alırken, komşunun hakkını gasp ederken hangi namazdan bahsediyordun?"
— "Oruç, seni yoksulun halini anlamaya sevk edecekti. Peki sen, lüks otellerde kilolarca yemeğin israf edildiği iftar sofralarından kalkıp, yanı başındaki yetimin gözyaşını görmezden gelirken hangi oruçtan bahsediyordun?"
— "Hac, bütün Müslümanların eşit ve kardeş olduğu birliğin sembolüydü. Peki sen, hacdan döndükten sonra kendi cemaatinden, kendi mezhebinden veya kendi ırkından olmayanı 'öteki' görüp düşmanlık beslerken hangi hacdan bahsediyordun?"
İbadetler, ahlakı ve adaleti inşa etmiyorsa, Allah katında ruhsuz bir gösteriden, içi boş bir kabuktan farksızdır. Camiyi doldurup sokağı, piyasayı, siyaseti ve ahlakı boşaltan bir Müslümanlık, en büyük sahtekârlıktır. Allah, gösterişli tesettürlerin, uzun sakalların veya ezberlenmiş duaların ardına gizlenen bu çürümüşlüğe aldanmaz.
3. En Ağır Hesap: Bilerek İşlenen Günahın Bedeli.
Allah'ın adaletinde, bilerek işlenen suçun cezası, bilmeden işlenen hatadan çok daha ağırdır. Hristiyanlar ve Yahudiler, tahrif edilmiş kitaplar veya eksik bilgiyle yollarını şaşırmış olabilirler. Onların hesabı kendi durumlarına göre görülecektir. Peki ya biz? Elimizde, zerre kadar şüphe barındırmayan, kıyamete kadar korunacağı vaat edilmiş Allah'ın Kelamı vardı. Önümüzde, hayatının her anı insanlık için en mükemmel örnek olan Hz. Muhammed'in (s.a.v) Sünneti duruyordu.
Biz bu emanete ne yaptık? Onu hayat nizamı olmaktan çıkarıp, cenaze merasimlerinde veya mezar taşlarında okunan bir metne indirgedik. Adaleti, liyakati, dürüstlüğü emreden ayetleri görmezden gelip, işimize gelenleri cımbızla çektik. Allah Resulü, "Birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin tutmayın, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları, kardeş olun!" buyururken, bizler birbirimizin kuyusunu kazdık. "Zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır" buyururken, bizler zalimlerin saraylarında el pençe divan durduk.
Bu nedenle, ahirette bize sorulacak hesap, başkalarına sorulacak hesaptan çok daha çetin olacaktır. Çünkü biz, hakikati biliyorduk. Bilerek yüz çevirdik, bilerek ihanet ettik.
Sonuç: Yüzleşme ve Yeniden Doğuş İçin.
Artık mazeret üretme dönemi bitmiştir. İslam dünyasının bu zillet çukurundan çıkışının tek bir yolu vardır: Topyekûn bir vicdan muhasebesi ve samimi bir özeleştiri.
Suçu sürekli dışarıda arayan bir zihniyetle şifa bulmak imkânsızdır.
Çözüm, daha fazla cami inşa etmekte değil, mevcut camilerin ruhunu, yani adalet ve ahlak misyonunu topluma yaymaktadır. Çözüm, daha gösterişli ibadetlerde değil, o ibadetlerin özünü hayata geçirmektedir. Çözüm, "dış düşman" paranoyasıyla avunmakta değil, içimizdeki en büyük düşman olan nefsimizle, riyakârlığımızla, korkaklığımızla ve cehaletimizle savaşmaktır.
Bu, "Cihad-ı Ekber"dir; en büyük cihat. Her bir Müslümanın aynanın karşısına geçip, "Bugün ümmetin bu hali için ben ne yaptım veya neyi yapmadım?" diye sormasıdır. Bu acı yüzleşmeyi göze almadan, bu kanayan yarayı tedavi etmeye başlayamayız. Aksi takdirde, hem bu dünyada aşağılanmaya hem de ahirette, bildiği halde amel etmeyenlerin göreceği o çetin hesaba mahkûm olmaya devam edeceğiz. O gün geldiğinde, "Ama Siyonistler, ama Haçlılar..." bahanesinin ardına sığınacak hiçbir yerimiz olmayacak. (Gökhan Dihkan’dan iktibas)